Amerika’da Demokrat Parti zamanı
2005 Kasım’ında Dünya Siyasi Danışmanlar Derneği’nin yıllık konferansı için Berlin’deydim. Oturumlaradan birinde, Amerikan siyaseti ve yaklaşmakta olan Amerikan başkanlık seçimleri tartışıldı. Gelecek seçimlerin favorisi Demokrat Parti olacağa benziyordu. Demokrat Parti’den aday adayı olacağı söylenen Barack Obama’nın adını ilk kez orada duydum.
Konferansa katılan Amerikalı siyasi danışmanlardan, o günden en güçlü aday olarak adı geçen Hillary Clinton ile Obama’yı kıyaslamasını istemiş ve Obama’nın şanşını anlamaya çalışmıştım. Cumhuriyetçi Parti’ye yakın olan siyasi danışmanlar özetle, Amerikan seçmeninin bir zenci başkan adayına henüz hazır olmadığı görüşündeydiler. Demokrat Parti’ye yakın siyasi danışmanlar, 11 Eylül’den sonra yaratılan konjonktürde Hillary Clinton’ın daha doğru bir aday olacağına inanıyordu. Anlaşılan, Obama 2008 başkanlık yarışının “çukulata renkli figüranı” olacaktı.
Bununla birlikte daha o günden, Demokrat Parti’nin “ya bir kadın ya da bir siyah başkan adayı” ile yarışacağı neredeyse kesindi.
4 Kasım 2008’de yapılacak olan başkanlık seçiminden önce, partilerin aday adaylarının yarıştığı, adına “Primary” denen bir önseçim yapılıyor. Son aylarada, önseçimle ilgili haberler dünya medyasında geniş yer tutuyor. Dünya medyası istemese de, bu haberlerle Amerikan sisteminin ve Amerikan liderlerinin gönüllü propagandasını yapıyor.
Hillary’nin hızlı deparı
2007 sonbaharında başlayan yarışta, Hillary Clinton Demokrat Parti’nin beyaz ve Anglosakson kökenli ileri gelenlerinin de desteği ile belirgin biçimde önde gözüküyordu.
Başlangıçta Hillary, Barack Obama konusunda küçümser bir tavra sahipti. Hillary Clinton kendisini, Cumhuriyetçilerin favori aday adayı olan Senatör John McCain’in karşısında zaferle çıkabilecek tek aday olarak konumluyordu. Medyadaki etkin kalemler bu konumlamayı destekler biçimde, Hillary’nin deneyimli, Obama’nın ise acemi olduğu tezini işliyorlardı.
11 Eylül koşullarından doğan lider
Geride bıraktığımız sekiz yıl boyunca George W. Bush ve Yeni Muhafazakarlar, ülke içinde önemli bir kırılma yarattılar. Küresel olarak ABD’yi yalnızlaştırdılar. 2007 Sonbaharı’dan itibaren öncü sarsıntıları dahi ABD’yi ve tüm dünyayı sallamaya başlayan yıkıcı bir ekonomik kriz su üstüne çıkmaya başladı.
Barack Obama, tam bu atmosferde, 3 Kasım 2007’de “İnanabileceğimiz Değişim – A Change We Can Belive In” adlı konuşmayla start aldı. Obama, Amerikan liderliğinde ve Washington’un yönetim anlayışında DEĞİŞİM zamanının geldiğini, bu değişimin ertelenemez olduğunu, kesinlikle zorunlu olduğunu dile getirdi. O’na göre, seçmen inanırsa bu değişim gerçekletirilebilirdi.
Foreign Affairs dergisine yazdığı etkileyici makalenin başlığı “Amerikan Liderliğinin Yenilenmesi” idi. Makalede, Amerikayı Amerika yapan değerlere yeniden dönülmesi, uluslararası arenada Amerika’ya güvenin yeniden yaratılması, uluslararası ittifakların yeniden inşası, ordunun yeniden canlandırılması, nükleer silahların sınırlandırılması, terörle mücadelenin yeniden planlanması gibi konularda vizyonunu anlatıyordu. Senatör Obama, Bush yönetiminin yarattığı paranoyak bölünme yerine, Amerika için bütünleşmeyi savunuyordu.
Değişim ve Umudun Rock Starı
Obama, 11 Eylül saldırılarından sonra umudunu kaybeden kitlelere yöneldi. “Babamın Hayalleri” “Umutlar ve Hayaller” “Umudun Cüretkarlığı” adlı kitaplarıyla değişim fikrini anlattı.
Obama’nın siyasi iletişimini yöneten ekip, umudu yaymak, pozitif duygulardan yararlanmak ve ağızdan ağıza kampanyaların katlanan etkisiyle DEĞİŞİM’i anlatmak için bizzat Obama’nın kendisini bir rock star gibi konumlamaya başladı.
Önce, 2007 sonbaharında, Süper Obama Girl videosu geldi. Videoda, Bush ve Clinton’ların temsil ettiği eski siyaset, pop kültür ikonu Süperman’in dişi versiyonu biçimindeki Süper Obama Kızı tarafından bozguna uğratılıyordu.
2008 başında siyasi danışmanları Obama’nın konuşmalarından “Yes, We Can” Jıngılı ve pop videosunu yarattılar. Black Eyed Peas grubunun starı Will.I.am dahil çok sayıda star, Obama ile birlikte videoda rol aldı. Bu video sadece YouTube’da 12 milyon kez seyredildi.
Ardından, İspanyolca Reggaeton ve Viva Obama videoları geldi. Obama ve kampanyaları öylesine heyecan yarattı ki, milyonlarca gönüllü kampanyaya dahil oldu. On milyonlarca kişi videoları seyretti, tanıdıklarına tavsiye etti. Obama videoları tüm zamanların en viral kampanyalarından birine dönüştü.
Sonrası malum: 5 Şubat 2008’deki Süper Salı’da beklenmedik bir başarı çıktı. Barack Obama, Süper Salı’da 23 eyaletin 13’ünü kazandı. Peşinden yapılan 8 eyaletteki Primary’de ise sildi süpürdü. Hillary buralarda sıfır çekti.
Hillary Clinton, kendi kesesinden 5 milyon dolar harcarken, Obama kampanyasına internet aracılığı ile bir milyonu aşkın Amerikalı destekçisinden 30 milyon dolar bağış aktı.
Sonunda kampanyanın etkisi, Hillary Clinton’ın kimyasını bozdu. Ve geçen ay CNN’de canlı yayınlanan tartışma programında Clinton Obama’nın değişim söyleminin orjinal olmadığını, başkalarından aşırma olduğunu iddia etti. Hatta Obama’ya “Sen, değişimin ancak fotokopisi olabilirsin.” deyiverdi.
Bir sonraki hafta ise, Clinton cephesi Obama’nın müslüman kıyafetli Kenya fotoğrafını basına servis etti. Hikmetyar’ın dizinin dibine çömelmiş Tayyip fotoğrafını dağıtan bizdeki aklıevvellerin psikolojisiyle…
Clinton cephesinden gelen bu negatif karşı atak, Obama’yı göbek adı Hüseyin olsa da ve bir dönem Endenozya’da eğitim görmüş olsa da inançlı bir Hristiyan olduğu savunmasını yapmaya zorladı.
Clinton cephesinin negatif atakları bununla sınırlı kalmadı: 4 Mart’ta seçimlerde en belirleyici olan Texas ve Ohio gibi büyük eyaletlerdeki kritik ön seçimlerden bir kaç gün önce, Obama’yı destekleyen bir iş adamı hakkında yolsuzluk haberleri ile yayılmaya başlandı. Yine aynı dönemde, mükemmel bir planlama ile, Obama’nın danışmanlarından birinin Kanada’lı yetkililerle NAFTA konusunda gizlice görüştüğü basına sızdırıldı. (Ohio eyaleti, NAFTA anlaşması yüzünden Kanada lehine fakirleşmiş ve yüzlerce işyeri ve fabrika son bir kaç yıl içinde kapanmıştı. Obama başkan olursa NAFTA’yı rafa kaldıracağını veya ABD lehine yenileyeceğini vaadediyordu.)
Amerika değişirse dünya değişir
4 Mart’ta Texas, Ohio ve Rhode Island eyaletlerinde Clinton, Vermont’ta ise Obama kazandı. 4 Mart seçimlerinde kazandığı delegelerle Hillary Clinton yarışta iddialı olmaya devam edeceğini göstermiş oldu. Buna rağmen Clinton’un 1361 delegesine karşılık, Obama 1451 delegeye sahip.
4 Mart’ta 4 büyük eyalette elde ettiği sonuçlardan sonra, Cumhuriyetçiler cephesinde Senatör Jonh McCain adaylığı kesinleşmiş oldu. Ancak, görünen o ki, Demokratlar cephesinde süren nefes nefese yarış muhtemelen Ağustos ayındaki Parti Kongresine kadar devam edecek.
Pek çok analist ve siyasi uzmana göre Obama bu yarştan eninde sonunda galip çıkacak ve önce Demokrat Parti’nin resmi adayı olacak, peşinden de ABD’nin ilk zenci başkanı olacak. Obama’nın bu önlenemez yükselişinde, FOX TV’de yayınlanan 24 dizisindeki zenci “Başkan Palmer” karakteri ne denli rol oynadı bilinmez ama, şurası kesin ki sevilen diziler her zaman “neden olmasın” duygusu yaratıyorlar.
Düşüncelerine, konuşmalarına, makalelerine ve yürüttüğü kampanyalara baktığımızda Senatör Obama’nın sadece kendi ülkesini değil, tüm dünyayı yeniden şekillendireceğini kavrayabiliyoruz. Doğrusu, bugün ülkesinin de dünyanında böylesi bir liderliğe çok ihtiyacı var.
Amerikan Başkanlık seçim süreci nasıl işliyor?
Belki Amerika’daki sistemle ilgili bir kaç not düşmekte fayda var: Amerikan başkanı adayı olabilmek için 35 yaşını doldurmuş olmak, son 14 yıl boyunca Amerika’da oturuyor olmak ve mutlaka “doğuştan Amerikan vatandaşı” olmak gerekiyor. Başkan yardımcısı adayı için de aynı şartlar gerekli. Tek farkla; başkan yardımcılığına aday olan kişi, asla başkan adayı ile aynı eyaletten olamıyor.
İki partili Amerikan siyasi sisteminde seçmenler, parti içindeki önseçim sistemine benzer şekilde, başkanı veya başkan adayını doğrudan seçemiyor. Seçmenler teknik olarak, Başkanı seçecek güce sahip olan –ve bir çeşit süper seçmen olan- seçiciler kurulu üyelerini seçiyorlar. Seçmenlerin ülke çapında kullandığı oylarla, 50 eyaletten toplam 538 seçiciler kurulu üyesi seçiliyor. 1850 yılından beri Amerika’da “temsilde adaleti” ve “yönetimde istikrarı” sağlayan mekanizma bu aslında.
Bu mekanizma sayesinde, her eyalette -tek bir oy farkıyla bile olsa- daha çok oy alan parti, o eyaletteki tüm seçiciler kurulu üyelerini çıkarabildiği için, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler dışında bir üçüncü parti sisteme giremiyor.
Amerikan sistemindeki tek problem şu ki, bazen ülke çapında seçmenlerden aldığınız oy, rakibinizden fazla olsa da, rakibinizin kazandığı seçiciler kurulu üyesi sizinkinden fazla olabiliyor ve siz seçimi kaybedebiliyorsunuz. Örneğin 2000 yılındaki yarışta Al Gore, rakibi George W.Bush’tan daha fazla oy aldığı halde seçimi bu yüzden kaybetmişti.
Mart 2008 tarihli Out of Home dergisinde yayınlanmıştır.