Türkiye toz duman…
2002 yılındaki 3 Kasım Seçimleri ile TBMM’de bir daha zor elde edilebilecek bir çoğunluğu ele geçiren iktidar partisi, bu yasama döneminde kendi partisinden bir ismi Cumhurbaşkanı seçmek ve ancak ondan sonra ve zamanında genel seçimlere gitmek üzere konum almıştı.
Muhalefet ise, bu parlamentonun millet iradesini adil olarak temsil etmediğini ve Cumhurbaşkanını seçme görevinin erken seçimle yenilenecek bir sonraki parlamentoya bırakılmasını savunan bir pozisyondaydı.
Anlaşamadılar. Ve olanlar oldu….
Başbakanın, AKP içi anketlerle Cumhurbaşkanı adayını belirleme ve adayın ismini son güne kadar açıklamama taktiği, muhalefetin Çankaya’ya çıkacak isimle ilgili talepleri, Genelkurmay Başkanı’nın 17 Nisan’da düzenlediği basın toplantısı, “Cumhuriyet Mitingleri”, meclis başkanının tavrıyla şekillendiği söylenen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün adaylığı, Genelkurmay sitesine düşen 27 Nisan tarihli e-muhtıra, TBMM’nin Gül’ün adaylığını oylaması, bu oylamaya ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin “367 kararı” ve sonrası…
Demokratsız demokrasi!
Ne yazık ki, geride bıraktığımız son iki ay demokrasi tarihimiz için gurur duyabileceğimiz bir dönem değildir. Bu ülkede yaşayan hiç kimse, yıllar sonra bu iki aylık süreci demokrasimizin doruğu olarak niteleyemez. Süreçte, hepimize demokrasi ve hizmet getirmekle mükellef siyasetçilerin demokrasi kültürlerinin ne denli eksik olduğunu gördük.
Muhalefetle uzlaşmaya çabalamak ve her şartta diyalogu sürdürmek, demokrasi içindeki diğer sivil güçlerin görüşünü ve gönlünü almak gibi asgari düzeyde demokrat bir tutum sergileyemedi.
367 rakımlı tepeyi fethetmek…
Ve hatta demokrasiyi, “Çoğunluğum var, istediğimi Cumhurbaşkanı yaparım” seviyesinde hissettiği görüldü. Cumhurbaşkanını demokratik bir zihniyetle seçmek yerine, bu makamı fütühatla zaptetmeye çalışan marjinal bir algısı çizmiş oldu.
Muhalefet, son iki ayda gelişen ve çoğu kişinin demokrasi dışı olarak nitelediği önemli gelişmelere doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulundu. Kendisi bir aday belirlemediği gibi, aday belirleme sürecinin kutuplaşmaya dönüşmesini hızlandıracak pek çok eylem ve söylem geliştirdi.
Muhalefet, orduyu sürece çekmeye çalışan demeçlerle… Anayasa Mahkemesi’nin verdiği “367 kararı”nın hemen öncesinde yapılan açıklamalarla… Cumhuriyet Mitinglerinde gelişen iklimi kullanıp, kutuplaşmayı derinleştiren söylemlerle… e-muhtıraya karşı en azından nötr kalan duruşuyla… demokrasiyi özümsemekten ne denli uzak olduğunu göstermiş oldu.
Kendiliğinden iyileşecek hastayı kötürümleştirmek…
Ne yazık ki demokrasimiz, batılı demokrasiler seviyesine bir türlü ulaşamıyor. Hoşgörü ve uzlaşma kültürü bir türlü gelişemiyor. Demokrasimizdeki oyuncular demokrat olmayı başaramıyorlar. Sonuçta da sistemde riskler algılayan asker, kendince sisteme ince ayar çekiyor. Ama bu ince ayar, yaraya merhem olmak şöyle dursun, kendiliğinden iyileşecek hastayı müzminleştiriyor.
Sandıkla demokrasiyi savunmak…
İnsanlığın geliştirebildiği en ileri yönetim ve yaşam biçimi olan demokrasiyi korumanın ve geliştirmenin tek bir yolu vardır: İktidarın kansız el değiştirebilmesini sağlayan mekanizmaları hemen devreye sokabilmek. Bunun dışındaki tüm çabalar, niyeti tersi bile olsa, ülkeye, demokrasiye ve sisteme zarar verir.
Demokrasileri besleyen ve iktidarın kansız el değiştirebilmesini olanaklı kılan mekanizmaya seçim diyoruz. Seçimlerde, sadece inandığımız yada kuşku duyduğumuz bir lider iktidara gelmez. Bu mekanizma ile, sistem güçlenir ve sistem dışında kalması gereken güçler kendi mevzilerine çekilirler.
22 Temmuzda görev başına!
22 Temmuz Seçimleri sanılandan çok daha önemli bir seçim olacak. Seçimden sonra oluşacak yeni parlamento tablosu ve o tabloda rol alacak olan aktörler, son iki ayda oluşan düğümü çözecekler ya da daha zor ve çözülmesi güç yeni düğümler yaratacaklar. Ya bize ve zamanımıza yakışır bir demokrasi şekillenecek, ya da ufkumuz biraz daha kararacak. Dolayısıyla, bu seçim işimiz gerçekten zor. İyi anlamadı, iyi dinlemeli ve doğru karar vermeliyiz.