Bu seçimde Türk seçmeni üzerinde mağduru kollama düşüncesi mi etkili olur, yoksa ‘Aman ortalık karışmasın’ düşüncesi mi?
Necati Özkan: 90’lı yılların başından 2002 seçimlerine kadar olan süreçte demokrasi dışı güçlerce yapılan her müdahalenin Milli Görüş geleneğinden gelen partilerin güçlenmesine yaradığını görüyoruz. Ben bu müdahalenin de aynı şekilde sonuçlanacağını düşünüyorum.
Geçmişte “mağduriyet” politikasının kazandırdığını gördük. Ama bu kez tam olarak mağduru oynamadı AKP. Tam tersine Genelkurmay’ın bildirisine “Sen de kim oluyorsun? Hükümet benim ve sen benim altımda bir memursun” dedi. Bence onlara kazandıran mağdur duruşu değil, bu duruş oldu.
Bu tepki, 12 Mart Muhtırası’nın ertesinde, 1970’lerin başında, bir milli uzlaşma hükümeti kurmak isteyen orduya karşı, Bülent Ecevit’in gösterdiği tepkinin bir benzeri aslında. Ecevit, Nihat Erim ve Sadi Irmak hükümetlerine CHP’nin destek vermesine şiddetle karşı çıkmıştı. İsmet İnönü tam tersini düşündüğü için partisindeki görevinden istifa etmişti. Bu duruşunun sonucunda Ecevit’in, milli kahraman İsmet İnönü’ye karşı genel başkanlık mücadelesini kazandığını ve seçimlerden de CHP’yi birinci parti yaparak çıktığını gördük. Ecevit bir sonraki seçimde de solun yakaladığı en yüksek oyu aldı. Demokrasiyi savunmak, askere karşı demokratik duruş sergileyebilmek aslında siyasetçinin demokrasi konusundaki pozisyonunu güçlendiriyor. Bu da seçmenin o siyasetçiyi tercih etmesine yardım ediyor.
Yayınlanan yayınlanmayan pek çok kamuoyu yoklaması, ordunun e-muhtırasından önce AKP’nin yüzde 28-29’larda olduğunu gösterirken, bugün yüzde 40’ları aşan bir oy alacağını gösteriyor. Elbette bu rakamlar net değil, kesin değil. Fakat çok kayda değer bir yükselişte olduğu da bir gerçek. AKP bu süreçten kazançlı çıkacak. 2002 seçim kampanyasında işleyen ‘İnadına Tayyip’ mekanizması burada da işleyecek gibi görünüyor. “Madem siz böyle yapıyorsunuz, biz daha fazla oy verelim de görün” diyebilecek çok sayıda seçmen var. Tabii bu, seçime kadar olan süreçte AKP’nin iletişim kampanyalarını nasıl yürüteceğine, ‘kirli dosyaların’ ortaya çıkıp çıkmayacağına, diğerlerinin ne yapacağına ve ne söyleyeceğine göre değişebilir. Ama ben o muhtırayı duyduğum an “Birileri yine AKP’ye yardım ediyor” diye düşündüm.
Bu durumda AKP’nin nasıl bir kampanya yürütmesi gerekir?
Necati Özkan : Bugüne kadar dünyada ikinci kez seçilmeyi başarmış devlet başkanları ya da hükümet başkanlarının kampanyalarına dikkatle baktığımızda çoğu kez geçmişteki başarılı çalışmalarının üstüne giden ve daha çok umut vaat eden kampanyalar yürüttüklerini görüyoruz. Elbette ki mağduriyetle ilgili bir takım söylemleri olacak AKP’nin, ama kampanyanın ana stratejisinin mağduriyet üzerine binmesi AKP’nin kaybetmesi için en kesin ve garantili yol olur. Çünkü o zaman politikacı olarak aciz portresi çizmiş olacaklar ki, bana göre hiç de öyle bir profilleri yok.
Önceki seçimlerde müdahalelere maruz kalmış aktörler bunu nasıl kullandılar?
Necati Özkan : Mesela 1960’dan hemen sonra kurulan Adalet Partisi’nin kampanyalarına bakarsak, o kampanyalarda bazen açıkça bazen gizlice “Biz Demokrat Parti’nin devamıyız” diyen söylemler var. ‘Demokrat’, o dönemin neredeyse yasaklı kelimelerinden biri olduğu için, parti logosu olarak ‘Demirkırat’ı sembolize eden beyaz at amblemi yaratıldı. Ve onunla kazandılar. Yani her ne kadar sistem ve ordu “demirkırat”ı yasaklasa da onun üstüne giderek, onu kullanarak kazandılar.
Yine demin değindiğim gibi; 12 Mart muhtırasının hemen arkasından, 1971 darbesinden sonra Ecevit’in de davranışı benzer şekildeydi.
Turgut Özal’a gelince, seçim bir-iki gün kala Kenan Evren’in devlet başkanı olarak yaptığı müdahale, yani TV’deki konuşmasında Turgut Sunalp’e arka çıkıp, Özal’a karşıtlığını ortaya koymuş olması, yine Özal’a yaradı.
Parlamenter sistem dışındaki aktörlerin müdahalesine karşı dik durmak, demokrasiyi savunmak, geçmişteki başarıları hatırlatmak, başarılarla ilgili vaatlerde bulunmak ve devlete ilişkin problemli alanlara çok girmeden demokrasiyi geliştireceğine dair söylemlerde bulunmak her zaman çok daha doğru. Seçmeni sandık başına götüren budur.
Son bir yıla baktığımız zaman bütün siyasetin kutsallar üzerine kurulu bir siyaset olduğunu söyleyebiliriz: Milliyetçilik, bayrak, din, laiklik, Cumhuriyet, Mustafa Kemal… Bir tarafta ‘din elden gidiyor’, bir tarafta ‘laiklik elden gidiyor’ söylemleri… Bu iklim aslında siyaset yapmak için en kolay iklim.
Oysa siyasetin özü kutsallardan ziyade gündelik hayatın iyileştirilmesiyle ilgili bir şeydir. Fakat siyasetçiler ya bunu beceremiyor ya da bunu yapmak işlerine gelmiyor. Zaten kutsal üzerine inşa edilen her iş Türkiye’de ve bugünün toplumunda çalışıyor. İşin garibi, siyasette var olan bütün oyuncular kutsallar üzerine oynuyor. Henüz ortada düzgün bir ekonomik program sunabilen bir büyük oyuncu yok.
Bu durumda CHP’nin şansı ne olur?
Necati Özkan : CHP’nin pozisyonunu, devleti korumaya çalışan bir parti pozisyonu olarak görebiliriz. Devlete karşı ne kadar tehdit varsa, CHP ona karşı tavır alıyor. Kürt sorunu, Irak sorunu, Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği gibi konularda CHP’nin tavrı hep böyle.
‘Bu devleti kuran bensen, korumak da benim görevim’ şeklinde özetlenebilecek bir tavır bu. Ancak bu tavır tek başına bir seçim kazanmaya yetecek bir tavır değil. Bütün demokrasilerde gördüğümüz şey şu: Değişimi savunan, demokrasiyi bayrak yapan partiler kazanıyor hep. Sadece eleştiren değil, ama seçmenlerin hayatında pozitif değişimleri vaat eden partiler kazanıyor hep.
(Bu söyleşi 1 Mayıs 2007 tarihli MediaCat dergisinden alınmıştır.)